www.cildirgoyce.com

Olcay Kasımoğlu


ANLAMAK ORTAK BİR DİL GEREKTİRİR

Ortak dil ise...


?Anlamak ortak bir dil gerektirir. Ortak dil ise, ortak yaşam, ortak bilgi, ortak birikim, ortak düş, kimi yerde ortak düşüş demektir. Ortak değilse bile yakın, benzer gibi. Ama diyebilirsin ki, bana yabancı olanı arıyorum ben. Öyleyse yolun açık olsun.? seslenişini ? Hakkari de Bir Mevsim? filmiyle Ferit Edgü´nün romanından sinemaya uyarlanan, düşün içindeki gerçekle, gerçeğin içindeki düşten söz eden bir öğretmenin yaşamını konu alan film; gittiği yere ait hiç bir şey bilmediği, dillerini konuşmadığı bir köye sürgün edilmesiyle başlar. Kendine reva görülen yer de ise ne çözümler, ne de mutlu bir gelecek düşü vardır. Yalnızca ölüm, yalnızca öldürümler vardır.

Aslında filmin içeriği bize hiç yabancı değil. İzledikçe insanın boğazına düğümleniyor söylenenler. Söküp atmak istesem o anda filmin göbeğine mührünü vuruyor. Fakirlik, kanıksanmış çaresizlik sanki o bölgede yaşayan insanların kaderiymiş gibi? Bununla birlikte, yine umut ve insandan o kadar güzel söz ediliyor ki, tepeden bakanların, bilmeden ahkam kesilenlerin yüzüne balyoz gibi iniyor.

Hayatında, doğduğu yerin dışında bir yaşam görmemiş insanlardan ve yönetenlerin seçimden seçime hatırlayıp kendilerini hatırlatmalarından nasıl sağlıklı bir geri bildirim bekleyebiliriz ki! Sadece duydukları ve öğretilenlerle ayakta kalma ve yaşama mücadelesi veren insanları anlamadan, neden ve niçinlere sağlam gerekçeler sunmadan eleştirmek ne kadar kolay değil mi ! Oysa orada ki kumalık sisteminin sosyolojik ve psikolojik boyutunu araştırmak çağdaş ve medeni bir toplumun olmazsa olmazı olmalı. Çocuğu olmadığı için üzerime kuma getirilen bir toplum yaşantısında, acaba çocuğu olmayan kadına doktor ve tıp bağlamında bir yol çizen olsaydı, kumalık nasıl bir yere oturtulurdu. Bu ve bunun gibi binlerce örnek verebilirim. eğitim ve öğretimin olmadığı insan vahalarında öğretiye tutsak olmuş yaşamları yargılamadan önce bir anlasak, o zaman neden ve niçinleri üzerinde söz sahibi olsak, daha medenice ve insanca olmaz mıydı söylemlerimiz?

Hayatı boyunca kendi ülkesinde bi haber yaşadığı, haritada adi bile olmayan bir köye sürgün giden bir öğretmenin aynı zamanda kendiyle de yüzleşmesini anlatan bu film, metropollerde yaşayanların; görmedikleri yerler ve o yerlerin insanları hakkında ahkam kesilmelerini de sorguluyor, irdeliyor.

Köye sürgün gelen öğretmenin ?Niçin geldim buraya? Nasıl geldim buraya? Kimin sürgünü bu? Başkaları mı sürdü beni? derken, kendini de sorgulamaya başlaması aslında, başka yaşamların varlığıyla da kendini yeniden bulmak için başka kapıların tokmağına dokunma fırsatı veriyordu. Bu an ona yeni bakış açıları ve farklı dünyalara koşulsuz ve önyargısız bakmanın en büyük erdemi olan önyargısız yaklaşmanın kapılarını da aralıyordu.

Bir tufandan, bin güneşe sırtı dönük geldiğini düşündüğü topraklarda, insan güneşinin nasıl tuzla buz olduğunu ve unutuluşa bırakılan vatan topraklarında yazgıyı kader diye kabul eden karanlık zihniyetlerin nasıl kendine yer bulduğunu da görüyordu. Ahlak yapısının tamamen kısır bir döngüyle kadın üzerinden kurgulandığına şahit olurken, bu insanların bunu bilinçli yapmadıklarının şahitliğini de yapıyor, eğitim ve bilimin uğramadığı, pas geçtiği bu diyarların nasıl cehalete teslim edildiğini de görüyordu.

Filmin en önemli sahnelerden biride sevdiğine yazdığı mektuptu ve ?Yazmak en büyük lükstür? derken;

?Artık söyleyecek birkaç sözüm var tümünüze

Eğer bir tek mektupla sesleniyorsam, bağışlayın beni.

Çünkü tümünüz birbirinize benziyorsunuz.

Uçurumlar, uzaklıklar, denizler, akarsular ayırıyor bizi birbirimizden.?

İçinden ateş kusuyordu yazarken ve bir o kadar da kendine yürüyordu. Ya sevdiğine yazdığı mektuba ne demeli;

?Gelsen ve görsen nasıl yaşadığımı, gelsen ve görsen bu insanları? Sen; beni tanıdığını, beni sevdiğini, beni beklediğini söyleyen sevgilim? Sana fotoğraf çekip göndermemi istiyorsun, bugüne kadar fotoğraf makinesini elime almadığımı bildiğin hâlde. Ama akıllıca bir öneri? Akıllıca, etkili ve çağdaş. Yetersiz sözcüklerle anlatacağıma, çeker fotoğrafını yollarım. ?Burası işte böyle, gördüğün gibidir.´ derim. İşte burada yaşıyorum, derim. Çocukları anlatacağıma, portrelerini çeker yollarım. Kayalarda ve karda şahrem şahrem yarılmış pabuçsuz, çorapsız ayakların, cüzzamlı ellerin fotoğraflarını çeker yollarım. Tozlu bürokrat masalarının, mahkeme duvarı gibi suratların fotoğraflarını? Büyük azgın köpeklerin, çıplak, ağaçsız dağların, çaresiz insanların yaşadığı bu soğuk yeryüzü cennetinin, tezekleri tükendiğinde insanların kendi soluklarıyla ısındıkları bu dağ başı köyünün çekerim fotoğrafını, yollarım. Fotoğraf demek, uygarlık demek. Tüm uygarlıkların üstüne ettiğim burada, bu çağdaş aleti kullanıp yüzlerce, binlerce kare fotoğraf çeker yollarım sana. ?İnsanlık Freski´ başlığıyla sergiler ya da bir kitapta toplarsın. Yalnız sana değil, tüm tanıdıklarıma, uygarlığın ortasında yaşayan tüm insanlara da yollarım. Duvarlarını bu güzel fotoğraflarla kaplasınlar, içinde bulundukları durum için tanrılarına şükretsinler. Yatıp kalkıp yakarsınlar, adaklar sunsunlar. Yaşasın fotoğraf. Yaşasın bana bunları yazdıran sevgilim. Yaşasın uygarlık!?derken, aslında yüreğinde ki acı, düşünce yoksunluğunun ve yoksulluğun insanları nasıl perişan ettiğini ona söylüyordu. Sözde iyiliklerin, beylik sözlerin ve şehirli kardeşlerin sığ söylemlerini yere indiriyordu.

Kendi yaşadıkları coğrafyanın verdiklerine, düşünce ve yaşam tarzlarına anlayış ve nezaketle yaklaşıp başka insan diyarlarına, yüreğini, algısını kapatan insanlar yaşamı bir bütünlük içerisinde görmekten çok uzaktırlar.

Dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sananlar; kendi yaşamlarının dışında başka bir düşüncenin, başka yaşamların önemi konusunda bencildirler.
Yaşam bir bütündür, dünyanın diğer ucundaki bir değişim, gelişim bir diğer alanı değiştirirken hala yerinde durmayı ve yerinde saymayı marifet sananlar, daha da gerilere düştüğünün her gün bir parça eksildiğinin farkında bile değildirler.
Sadece kendini görmek, çok yönlü düşünememek, etkileri ve tepkileri hesaplayamamak, başka insanların yaşam haklarına saygı göstermemek; iki yüzlülüğü, riyakarlığı kaçınılmaz kılmaktadır.

Biliyordu; uygarlık, demagojiden öteye gitmeyen söylemlerle gerçek anlamını bulmuyordu. Tanık oldukça midesine kramplar giriyordu. Oysa bunca ilintili, çıkıntılı sarp dağların, çıkmaz yolların yolcusu bu insanlar bir kez uyanışa geçtiğinde, ezber öğretileri, yalan masalların kahramanlarını nasıl kaf dağına göndereceklerini, ezber bozacaklarını onların gözlerinde görüyordu. Seviyordu insan yüreklerini, insanca gülüşlerini ve insana dair insan hallerini.

Romanda olay örgüsünün merkez figürü köy öğretmeni olsada, başka kişilerin ve olayların da olay örgüsü içinde en çok kendisinden söz edilen ikinci karakter Halit´tir.

Halit köyün ağasına kulluk eder. Nedenlerini de öğretmene anlatırken de yaz der;

?Sanma ki yalnız bu iki garibi öldürdük. Sanma ki adam öldürmenin günah olduğunu bilmiyorum. Ama yaşamanın da zorluğu var. Emir kulu olmak var. Bunu da yaz defterinin bir köşesine. İleride belki işine yarar.? derken, yaşamı da sorguluyordu.

Ve başka biri haykırıyordu ?Burada, gelen gelir, alan alır, vuran vurur, vurulan ölür. Kim vurdu? diye sorarsın. Kimse bilmez.Herkes bilir.Hiçbiri ağzını açıp söylemez.Bırakırsın.Çünkü vuranı bir başkası vurur. Diyeceksin ki, Peki hukuk nerede, kanun nerede? Dağın hukuku, kanunu da bu, Öğretmen.? diyordu.

Farklı coğraya da doğan ve yaşam koşulları gerçekten zor olan insanları anlamak yerine, ezici bir üstünlükle tepeden bakmak, görmek, dünden kalmış argümanlarla bugünü değerlendirmek insanların sağlıklı bir düşünce anlayışına sahip olmalarını ve sağlıklı bir bakış açısı getirmelerini engelleyecektir. Ve dünden kalanlar dünün söylemleriyle bugünü görmeye çalıştıkları için yaşamı ıskalamaya devam edeceklerdir.

Bunun yanında, ölmekte olan yakının son arzusunu yerine getirmeye çalışan Alaaddin, ölüm döşeğinde, hayatı boyunca hiç portakal yememiş kardeşi için öğretmenden portakal ister. Aslında bu sahne bile tek başına bir baş yapıttır. Özellikle sen ben kavgasının yolcuları, insanları görünüşünden,dilinden, etnik kökeninden,siyasal tercihlerinden dolayı yargılıyorsa hiç bir gönülde açamazlar, insanım diyemezler.

İnsanı insan yapan en büyük özellik adaletli olmasıdır ve yaşamın içerisinde üretim, paylaşım ve bütünlük içinde daha huzurlu ve güven ortamında yaşama devam etmesidir.
Bunları ıskalayıp, bir yığın neden veya gerekçe ile düşmanlık üretenler ise akıldan, aydınlıktan, düşünceden uzaklaşmış, hedefinden sapmış demektir.

Çaresiz insanların çareyi nerede arayacaklarını bilmemesi, kul kapısına el bağlaması, ayıbı-günahı ona biçilmiş yazgıda araması ne kadar acıysa, sevginin, sevmenin dili, dini, ırkı ve coğrafyası olmadığını filmin iskeletine koyarak izleyiciyle buluşturmak da bir o kadar güzeldi.

Gördüğü dağlar, soluduğu hava, konuştuğu insanlar onun için insandı ve insan kıymetliydi. Aydınlanmanın özgünlüğünü, insanca yaşamanın sorumluluğunu aklı ve kalbiyle taşıyanlara selam olsun?